09 Şubat 2023, 21:53
|
#1
|
Çevrimdışı
Leydihan
Üyelerin profil bilgilerini yalnızca kayıtlı üyeler görüntüleyebilir. Lütfen kaydol bağlantısından üye olunuz.
|
Koli Hazırlamanın Dayanılmaz Hafifliği (!)
Koli Hazırlamanın Dayanılmaz Hafifliği (!)
Nefes almaya, kendime bile “Nasılım?” diye sormaya utandığım bir noktadayım. Utanç duygusu aslında suçluluktan… Hani çocukken çeşitli hallerde, evde-okulda-sokakta suçlu hissetmişiz de onların getirdiği utanç duygusunu farkında olmadan yetişkinliğe taşımışız ya. Hani çocukluktan kalan izleri irili ufaklı kalmış ya hala… Sanırım çocukluğumdan beri hiç bu kadar suçlu hissetmemiştim.
Bu duyguyu 6 Şubat sabahından beri her fark edişimde, zihnimde bir düşünceler silsilesi başlıyor. Suç ortakları arıyor, buluyor, onların asıl suçlu olduğuna kanaat getiriyor, rahatlıyor, günlük işlerimi yürütecek hale hızla dönüyor ve devam ediyorum. O esnada akıl yürütmek, organizasyon yapmak, karar vermek gibi “bilişsel fonksiyonlar” pekâlâ yerli yerinde. Sonra bir görüntü veya bir yazılı bilgi karşıma çıkıyor ve yine duygu dalgaları başlıyor.
Bu bir miktar görmüş geçirmiş, naçizane yetişkin halim dirayetli durmak konusunda aslında fena değil. Kendimden razıyım. Rezilyans mı dersiniz, “acı patlıcanı kırağı çalmazmış” mı dersiniz, size kalmış. Toplumsal hafızayla kol kola giden bireysel hafızamda çok şükür “yok yok”. Bu da bana epey bir manevra kabiliyeti getiriyor. Tıpkı o kazağı indirimde sepetime atmayı başardığımda hissettiğim zafer duygusu (!) gibi bir rahatlık, bir kendinden emin olma hali geliyor. Aferin! Sonra, parmak uçlarımın soğumaya başladığını fark ediyorum. Ayaklarım çabuk üşür benim. Bak sen! Şükür, acizliğimi çarçabuk hatırlıyorum.
Ve öfke başlıyor. Ona, buna, kendime…
“Her şeye rağmen, tüm bunlara rağmen koca insanlık tarihinde konforlu bir devirde doğmuşuz.” derdim. Bu benim, mağara devri sadeliğini özlediğim zaman geliştirdiğim bir düşünce ve bir rahatlama mekanizmasıdır, farkındaydım. Mağara devri sadeliğini çok sık hayal etsem de eski insanların barınma ve beslenme gibi hayatta kalma görevlerinin ne kadar zorlu olduğunu düşünürdüm. Karbonmonoksit bulutunun, beton duvarların ve elektromanyetik kirliliğin arasında yaşayan zayıf bedenli insanlar olarak modern (!) zaman konforlarının şikâyet etmemize rağmen aslında işimize geldiğini… Bir zamanlar çok söylensem de bu zamanda doğmuş olmanın kaderim olduğunu düşünürdüm ve bunu artık bir nebze kabullenmiş olmanın huzurunu yaşardım. “Bu zaman diliminde payımıza ne düştüyse yaşayacağız. Demek ki buna dair bir vazifemiz var.” derdim. Bu vazifeyi gerçekten de her gün düşünürdüm. Birtakım küçüklü büyüklü işler beni o ulvi vazifeme daha fazla yaklaşmış hissettirirdi. Bu hisle birlikte yine o benzer rahatlama gelirdi. “Bugün de yaşam vazifeme bir adım daha yaklaştım. Evet, her an büyük bir sınavla karşılaşabilirim ama o da yükselmenin bir parçası” diyerek kendi inanç dünyam doğrultusunda günü kurtarırdım.
Sonra bir gün, ben taa 19 yaşındayken gerçekleşen bir olayın daha şiddetlisi vuku buldu. Hem de karlı havada. Hem de art arda iki kere. Artçılarıyla birlikte çok kere. Hem de daha geniş bir coğrafyada. Sonrası malum…
Al sana mağara devri!
Sonra geriye dönüyorum. Reşit olduğum yaşta gerçekleşen o olayın etkileri, sebepleri ve sonuçlarıyla ilgili olarak bugüne kadar ben ne yaptım? Ne yaptım?
Yine duygular yükseliyor. İnsan olma sınavı için yaratılan, ruhuma somut dünyayı deneyimlettiren aciz bedenim... Yine çeşitli duyguların dalgalarını yaşıyor. Kafatasımın içindeki et parçası da bunlara dahil. Vitesi düşürüp merkezlenmeye çalışıyorum. “Bugüne kadar ben ne yaptım?” sorusunun getirdiği yoğun duygular suçluluk, utanç, öfke… Sonra bir şefkatli ses “Sen kendine düşen işleri yapabilirdin ve yaptın. Daha ne yapabilirdin ki? Onu yapmadın, bunu yapmadın.” diyor. Tıpkı “İçkisi yok, kumarı yok, kahvesi yok.” der gibi... Dengelenmeye çalışan ego sanırım bu, doğru mu sevgili psikolog arkadaşlarım?
Hayır! Bu mekanizmaya bu sefer izin yok. Kendime tekrar soruyorum. İçinde bulunduğum topluma, onu çevreleyen sisteme kapılıp gittim mi? Sorgulayıp sorgulayıp kendimce zayıf sesler mi çıkardım? Arkadaş sohbetlerinde birkaç cümle söylenmekle mi kaldım? Hesap sordum mu? Hayatın bana düşen kısmı bu toplumdan bağımsız değil. Ben, bu dev topluluğun bir parçasıyım. Bu dev topluluğu ilgilendiren kararlara dair yanlışların peşini gerçek anlamda kovaladım mı? Bir olmak, birlik olmak tam da bu. Doğru giden bir sistemde zaten sadece bana düşenleri yapabilirim. Çocuklarıma bakabilir, kendime bakabilir, işime bakabilirim. Yanlış bir sistemde yanlış giden şeyler için ne yaptım? Sadece kendi çevremin duyduğu şekilde mi itiraz sesleri çıkardım? Aferin!
Bu dünyada bana düşen işleri her yeni günde tekrar gözden geçirmeye ant içiyorum. Bu dünyada bana düşen ne? Bunu her gün sormak, cevabı bulmadan günü kapatmamak için kendime söz veriyorum.
İsimlerini 23-24 yıl önce duymaya başladığımız uzmanlar da çok üzgünler ama geceleri yastığa başlarını çok rahat koysunlar. Onlar işlerini yaptı ve çok uyardı. Ben vatandaş olarak kendi payıma düşen hesap sorma görevini yıllar boyunca yeterince gerçekleştirmediğim için kendi payımı kabul ediyorum. Çokbilmiş vicdanımın koli hazırlarken rahatlamasına da izin vermiyorum!
Senem F. Tahmaz
|
|
|